29 Aralık 2010 Çarşamba

iç ses

sanılmasın ki yazmıyorum diye takip de etmiyorum.
herkesi okuyorum, hatta nezaman yazacaklar diye merakla bekliyorum.

okurken heveslenip, haydiii diyorum, ama. cık. çıkmıyor.
okuduklarım kadar okunulası yazamıyorum gibi geliyor.
öyle edebi şeyler peşinde değilim o ayrı.
istediğim hayatımı anlatmak,
tanıdığım kişiler okumasın, aman iç dünyamı bilmesin diye de kimseciklerin haberi yok bu sayfadan.
eşim hariç.
o zaten okumasa da yüzüme bakınca anlıyor benim iç dünyamı :)

herkes mi böyle başlamış acaba?
çok çok yazmak isteyip de yazamamışlar mı en başta?

bir blog arkadaşım seda yılbaşı çekilişi yaptı. blogu olmayanlar da girdi ama şöyle bir şey dedi onlar için;
-size hediye alacak kişiler biraz zorlanabilir, çünkü bloglar kişi hakkında çok fazla ipucu veriyor-
ben de hediye alacağım kişinin bloguna girdim, 4-5 ay geriye gidip, okudum.
gerçekten de tanıdım sanki onu.
mutluluğuna bile ortak oldum resmen.
neyse, onu bilare yazarım zaten, hediyesi gittiğinde.

sonra şapkayı önüme alıp düşündüm
benim sayfamı okuyan biri beni ne kadar tanır diye.
işte burda kaldım ve bu post çıktı ortaya

böyle.
neyse ne.

23 Aralık 2010 Perşembe

yine mi güzeliz yine mi çiçek

kutlanacak bir şey miydi.
evet:

aramızdan biri işten ayrılıyor. hem de yüzünde güller aça aça.
pazartesi günü patrona nasıl söyleyeceğinin provasını yapıyor bi de yemekte.

biz se sevinsek mi üzülsek mi bilemedik.
o heyacanla fazla gaza geldik ki...

şimdi birisi masasında uyuyor, diğeri de gitti gidecek.
ben. ben iki saat kadar önce yaptım o işi.

neyine kızım senin öğle yemeğinde şarap içmek,
bünye alışık değil bir kere ha öğlen ha akşam ne farkeder dimi!

oohh pek bi güzeliz şimdi.






16 Aralık 2010 Perşembe

psikolojisini sevdiğim



hiç sırası değil
ne doktora gidecek halim var ne de evde yan gelip yatacak kadar boş vaktim.

yarım kilo mandalinadan
medet umuyorum

kanıma karışıp, iyi etmesini bekliyorum

14 Aralık 2010 Salı

n'olmuş 2010'a ?

her yıl biterken tek kelimeyle özetlemişim o seneyi
tuttuğum ajandaların ilk sayfasına, büyük büyük yazan senenin altına da not düşmüşüm.

2006
“yeni hayat”

2007
“değişim”

2008
“hüzün”

2009
“bekleyiş”

2010’un ismini de “mutluluk” koydum,
ajandaya kaydettim.

demekki nolmuş?
yepyeni 2011 ajandası alma vakti gelmiiişş


























mutluluk dedim ama sen hariç şaşkın oğlum. üzülme.

10 Aralık 2010 Cuma

birileri kış mı demişti?




























biz havasına çoktaan girmiştik zaten...

bu kar da gelince iyi olacak.iyi

6 Aralık 2010 Pazartesi

bi haftasonu

Öyle bir bacak ağrısı ile uyandım ki bu sabah
Sanki tüm pazar gününü evde pinekleyerek geçiren ben değilim.

Peki tamam, Cumartesi Eminönünü talan etmiş olabilirim,
Hatta cuma iş çıkışında cevahirin şöyle bir tozunu almış da olabilirim.
Ama koca bir pazarı evde geçirdim.
Artık dinlenmeliyim dedim.

Zira eminönünde gezmek değil beni yoran, gelin görümce elti kaynana ve üç beş çocuktan oluşan “teyzeler” gruplarıyla itişmek, kakışmak ve aynı yolda yürüme çabası sarfetmek.
Dayanamayıp, dönüş yolunda elimdeki silikon elyaf torbasını siper etmek suretiyle birkaçını ittirmiş bile olabilirim.

Eskiden ne şanslıymışız, okul çıkışı hadi dedik mi giderdik eminönüne. Ohh sakin sakin. Hiç bir şey almazsak, bir iki boya kalemi birkaç aydınger sarıp getirirdim eve.

Telefonum çalındığında, gururuma yediremeyip tahtakalede tezgah tezgah aradığımı bile bilirim. haa bulsam napıcakmışım acaba, çok merak ediyorum. Karşımdaki hem hırsız hem de yüzsüz, ver telefonumu diyince aa pardon sizinmiydi, buldunuz tebrikler diyip vercek sandım herhalde. Nasıl içime dokunmuşsa, savcılığın verdiği takip kağıdı hala cüzdanımda, biz sizi ararız dediler bulununca, bu kağıtla gelirsiniz. Hala bekliyorum yani. 6 sene geçmiş! Atayım artık.

Kış girerken kürkçü hana yün almaya bile giderdik. Telaşımızdan sanki örgü makinalarıyla seri üretime geçtiğimiz havası yaratsam da birkaç topak alıp atkı hırka bere filanla yeni yıl hevesimi bastırırdım işte.

Bütün günler benim olsa bıkmadan gideceğim yerlerden biri.
Uzun zaman sonra gidince, yazılacak kadar önemli hale geliyormuş, bunu da anlamış oldun elif!
Tek tüh'lendiğim fotoğraf makinamı almamışım yanıma. bi de dedim ya bacaklarım... neyse ki haftaya özürümü kabul edecekler :)



1 Aralık 2010 Çarşamba

bodrum yürüyerek daha güzel

Bu iş sayesinde insanların ne kadar talepkar olabileceklerini daha iyi somutlaştırabiliyorum artık
hiç sınırı yok!









ben mesela -bugün canım lila renkli ışık altında SPA masajı istiyor - demiyorum durduk yere
 Ya da –sedir ağacı kokusu olan saunayı tercih ederim – diye bir genellemem olmadı hiç.
Demek böyle fantastik isterlerde bulananlar var ki adamlar yapmış.

Laf aramızda ham sedir ağacının kokusu da muhteşemmiş. Bundan sonra sorarlarsa sedir ağacı kokulu olsun dicem.

25 Kasım 2010 Perşembe

çiçeklerimden buyrunuz

ofiste bir arkadaşım sayesinde farkettim bunları
en kısa zamanda birine sürpriz yapmalıyım derken
24 Kasım'da anneme nasipmiş!

şaşkınlıktan hepsini kendi yemeye kalkar da hasta olur mazallah diye düşünüp, okuluna gönderdim.

herkese ikram ettim dedi - çiçeklerimden buyrunuz -




birçok ilde mağazaları varmış ve aynı gün dilediğiniz saatte kendi elemanları ile kapıya teslim yapılabiliyormuş
diğer illere ise 1 günde ulaşacak şekilde kargo ile gönderiyorlar. anneme kargo ile gitti ve paketlemesi, ambalajı, sunumu hasar görmeyecek şekilde gayet güzelmiş

ilgilenenlere...

24 Kasım 2010 Çarşamba

annemden biliyorum
her öğretmenler gününde daha bi ışıl ışıl giderdi okula
bir gün önceden de söylenirdi güya
“ ay yine bir sürü çiçek gelecek şimdi nereye konacak onlar” diye

Oysa o gelen bir dünya çiçeği, küçücük ama çook anlamlı hediyeleri, minicik ellerin yaptığı kağıt parçalarını bile yıllardır saklar.

Yılda bir gün bile olsun, hatırlanmak onları o kadar mutlu eder ki…

Öğretmenler gününüz kutlu olsun,
tüm öğretmenlerin…


11 Kasım 2010 Perşembe

fçekmece

5 aydır boş duran konsol üstü duvarımıza aksesuar arayışımız uzun zamandır devam ediyordu.

Önce herkesin ilk aklına gelen gibi ayna baktık. Yok çok klasik olmayacak, alışılagelen gibi mobilya rengi dümdüz çerçeve olmayacak, şu duvara yapışanlar gibi uçuk kaçık olmayacak falan derken aynadan vazgeçtik, iki ay geçti zaten.

Sonra tablolara sardık. Ama o da sonuç vermedi, ya çok büyükler ya da binbir parçalı puzzle gibiler. Onlar için 4 metre tavanlı kocaman bir duvar lazım
bizimkisi mütevazi, kendi halinde “İstanbul Beji” rengine boyalı bir duvar oysa ki…

En sonunda şöyle bir fikir çıktı. tabiî ki benden:
DÜĞÜN FOTOĞRAFLARIMIZ

Yok öyle değil.
İnsanların gözüne sokar gibi kendi fotoğraflarımızdan kocaman kocaman bastırıp asmadık duvara.

Ama.

Bize o en mutlu günümüzü hatırlatan, sevgili Aylin’in gözünden birkaç kareyi siyah/beyaz tabloladık(m).
Evimize gelenlere "işte bunlar da bizim düğün fotoğraflarımız" diyince bir garip olacak farkındayım ama benim içimi kıpır kıpır yaptılar
o yeter!

bazıları:


Fikir: kocasının bir tanesi, bendeniz
Fotoğraflar: fçekmece
Tablolar: evimizin her şeyi, İKEA

Not: tabloların fotoğrafını henüz çekemedim, daha sonra ekleyeceğim.


4 Kasım 2010 Perşembe

yaşadın mı şimdi sen?
























Üzülüyorum böyle yıkılan binalara. Yaşarken öldürüyorlar sanki, insan gibi…
Biri ölünce de öyle değil midir, yokluğuna alışamazsın bir süre, kocaman bir boşluk olur hayatında. Sonra, yavaş yavaş kapanır o boşluk, sen anlamadan, fark edemeden.

Birden kafanı bir kaldırırsın ki en uzun kuleyi dikmişler bile burnunun dibine.



 






































Bu arkadaş da geçen Perşembe aramızdaydı, Pazartesi ofise bir geldim yerle bir olmuş, tepesinde bir canavar içini oyuyor.
Şimdi kocaman bir boşluk var ofisin arka penceresinde, ne zaman önünden geçsem yadırgıyorum.

Bir de şu uzun abi de pek bi çirkinmiş diyorum

25 Ekim 2010 Pazartesi

eksik

Kendince, onun için yapabileceği, elinden gelen tek şey:
“söyleyin amcama, artık Galatasaraylıyım”

11 yıl sonra, o fanatik fenerli ortaokul çocuğunun, hala Galatasaraylı kaldığını gördüm,
tam da bugün öğrendim,
içim cızz...

Yine böyle bi sevdim onu,
O zaman da çok severdim,
-Sırf Elif abla, seni görmek için geldim – derdi
Doğruydu da,
Tıpkı verdiği söz gibi


Keşke hiç Galatasaraylı olmasaydı,
Ya da olmak zorunda kalmasaydı
Bugün çok daha mutlu, TAM olacaktık
.
.
.
Bugün,
Birbirimizi aramak isteyip de elimizin telefona gitmediği,
Her zamanki gibi yaşayıp, aslında yaşamamak gerektiğine hüzünlenme,
Kalan sevdiklerimize daha sıkı sarılma,
Onların değerini daha bir fazla hissettirme günü.

Bugün, kendi acını bir yana koyup, aynı şeye üzüldüğün en yakınının acısına ortak olma günü.

19 Ekim 2010 Salı

An

Ne zamandır yazayım diyorum buraya da bir türlü vakit bulamadım.
Biz geçen haftaların birinde Şevval Sam konserindeydik.
Konser demeye de dilim varmıyor,
bizim salondan hallice bir alanda o söyledi biz efkarlandık gece gece…

Şevval Sam’ı yıllaaar önce ilk kez Müşfik Kenter’in şiir dinletisinde dinlemiştim.
Lise 3 Edebiyat kitabında öylecene köşede kalmış ve ilk okuyuşta beni kendine bağlamış bulunan bir Özdemir Asaf şiirini söylemişti.
Evet söylemişti, böyle melodik melodik
Güzeldi…
Dün gibi hatırlıyorum, ilk kez edebiyat hocamızdan dinleyişimi…

O zaman hayran kalmıştım Şevval Sam’a,
Tabi bu hayranlıkta Süper Baba’nın da etkisi büyük!

Neyse, aradan epey bir zaman geçti, dinledik kendisini tekrar.
Hem sesi, hem seçtiği şarkılar, hem de sempatikliği gittiğimize deydirdi.
Arabeskten girip, türküden çıktı her telden çaldık, söyledik.
Tavsiye ederim,
Hüzünlüye de sevinçliye de,


___AN___
gülüş bir yanaşımdır öbür bir kişiye
birden iki kişiyi döndürür bir kişiye
anılardan kale yapıp sığınsa bile
yetmez yalnız başına bir ömür, bir kişiye.

15 Ekim 2010 Cuma

bırakıp gidilesi

Haftanın son günü iyi geldi bu fotoğraflara bakmak.
Hazır kurcalamışken, buraya da ekleyeyim dedim.

bu yazki balayımızdan efenim...

































































not 1: "bu yazki" lafında gizli olan manayı açıkça belirtmek istedim.
not 2: hatta yazı beklemesek diyorum...

herkese iyi haftasonları diliyorum 





13 Ekim 2010 Çarşamba

hala karamsarım

Sabah kabuslarım yine geri döndü bu aralar.
Geç kalma korkusuyla kalkıyorum yataktan. Oysa yetişmem gereken yer, altı üstü ofis işte. Çalışılan yer. Benim bildiğim 5 dakika gecikince boynunu eğip geç kağıdı almaya gittiğin yer okuldu. bu da nesi peki?

ruhumu sıkan gri hava, antiistanbul modum, üstüne bir de bu durum…
sınanıyorum yine. belli !




















bu günlerde huzur bulduğun tek yer evim. 

Hergün Pazar olsa, birgün krep yapsam kahvaltıda birgün pufidik pizzalardan, birgün pişi, birgün yumurtalı ekmek, birgün omlet, birgün börek...
ve bir güzel kahveden sonra başlasa gün.
o zaman varsın dışarıda yağmur yağsın, hava kapkara olsun.

 

11 Ekim 2010 Pazartesi

Şehir

her gün aynı şeye lanet ederek mi gider insan işe
ve her pazartesi ile cuma katlanır mı bu his?

resmen tuzak kuruyor bu şehir insana,
dalga geçiyor,
yoruyor,
uzak kılıyor,

erken yaşlanıcaz burada, hepimiz! bakın buraya yazıyorum.

ah bir gidebilsek, kurtarsak canımızı en tez zamanda
özlersek eğer, gelsek,
amaçsız, zamansız, stressiz, boş boş gezip, dönsek sonra

döndüğümüzde de koca bir OoHH çekebiliyorsak,
deymeyin keyfimize...

hı sevgili?
bu şehirde mi doğduk ki, bu şehirde sönelim?

4 Ekim 2010 Pazartesi

Umut...

ayak sesi dinlemek, uyuyana kadar
ve sımsıkı sarılışı ile uyanmak güne


kedim gibiyim iki gündür,
anlatasım var ama duyamıyorum...

29 Eylül 2010 Çarşamba

Cumartesi Moda'sı

Geç kalmış bir buluşmaydı aslında.
Aynı işyerinde çalışınca, dışarıda çok fazla vakit geçirme gereği duymamışız nedense, bana da garip geliyor şimdi…










Artık söz verdik birbirimize:
Daha sık görüşeceğiz.
Yürüyüş yapıp fotoğraf çekeceğiz.





Bazen olur ya, sesini duymak bile iyi gelir insana.
İstediğim çok değil, bir tane olsun böyle olsun işte… bu bana yeter!

24 Eylül 2010 Cuma

-

Ağzımdan çıkabilen her cümle çok kıymetlidir benim için.
O nedenledir ki çok düşünürüm konuşmadan önce,
.
.
.
Hele alışık olmadığım insanların yanındayken… konuşamam…
O nedenledir suskunluğum, yanlış anlaşılmasa…
.
Üzülüyorum…

23 Eylül 2010 Perşembe

kriz

Birkaç yıl öncesine kadar benden 7 yaş küçük olan kız kardeşim benden iriydi, bööyyle kocaman elli, dokundu mu çürüten cinsten.

Annem hep derdi “sen 5 aylıkken ayrıldın da bu kız 1 yaşına kadar anne sütü içti” diye. Hep bu yüzden işte dedim, onun kemikleri gelişti ben böyle çelimsiz kaldım.

Meğer bizim kız bildiğin dombiliymiş, bir zayıfladı 2-3 yıl önce şimdi eşitiz artık…

Bu bilinçaltıyla sanırım kendimi çıtkırıldım bişi zannettim hep, anne sütü içmedim ya ilk bilmem kaç ay, hani şart ya illa, şimdi bangır bangır bağırıyorlar, bildiğin içime dokunmuş meğersem…

Lakin tek başıma yaşamaya başladığımdan buyana da şunu fark ettim, benim bünyem çok sağlam!

Mesela hayatımda hiç bayılmadım ben, öyle kan revan filan, hiç etkilenmem.
Bazıları vardır, “ay öğlen yediğim tavuk mideme dokundu, pek fenayım” diye gezer ortada, bana hiç bir şey dokunmaz, dokunsa da anlamam, anlasam da yediğim şeye yoramam. Yedikten sonra ne yediğimi unuturum gider zaten.

Zırt pırt hasta olmam. Kaç soğuk kış geçirdik İstanbul’da en fazla üst üste 3-5 kez hapşırmışımdır, o kadar. Bi de hapşırdıktan sonra böyle gözler sulanır, burun kaşınır filan ya “yaşasın ben de hasta olucam galiba” hissine kapılırım ama hemen geçer… Bazen de boğazım ağrıyor gibi yapar, hıh derim işte şişecekler sabah kadar sesim mesim kısılacak, ben de hasta olucam, ama sabaha kadar geçer o minnacık ağrı da.

Her türlü zor şartlara tepki vermeyen vücudumun acısını çıkardığı tek şey migren!

Karnımın aslında acıktığını, lodos estiğini, akşam iyi uyumadığımı, sinirimin bozuk olduğunu, canımın sıkıldığını o haber veriyor sağolsun. Allah var durduk yere ağrımıyor da anlıyorum acaba nerde bir yanlışlık var diye.

Bir de gelmeden haber veriyor, o iyi yanı işte. Tedbirimi almazsam “ee yapacak bir şey yok, benden söylemesi” deyip dayanıyor enseme. Sonrası.. biraz rahatsız…karanlık ve sessiz bir mekan, bazen bir serum şişesi, banyo falan filan…

Ama o yumruk var ya enseme yapışan, beni bitiren o işte. Acıdan ağlıyorum…

Bunları niye mi yazdım?

Dün güneşin göründüğü yarım saatte, dışarıda yürüyordum, pek de güzeldi püfür püfür. Sonra arabaya bindim..başım ağrıyacak.. aa neden ki derken radyoda İstanbul’da lodos olduğunu söylediler. Peki deyip hap aldım. Geçti. Akşam evde bir klozet/rezervuar krizi yaşandı ki sorma… akşam akşam sinirlerimiz bozuldu, hazırladığım sofra 3 saat masada bekledi. Benim ağrı gelmeye başladı yine, bu sefer niye diye sormadım... Neyse akşam yemeğimizi 22:30 gibi yedik de o da gitti sağolsun.

Sırf yarın tekrar gelmesin diye gece güzel uyudum. Bazen dadanıyor, birkaç gün ensemi bırakmıyor sonra.

16 Eylül 2010 Perşembe

MMM

- .... annen (MMMM)
- .... eviniz (MMM)
- .... abin (MMMM)

ilk sefer çıkmıyor işte, hissetmeyince olmuyor.

Alışmak gerek, çokça zaman gerek...

13 Eylül 2010 Pazartesi

altın-gümüş olayı


Bu bayram “Altın”ı ben aldım, gümüşü de 12 Dev Adam!


Bir de darbenin 30. yıl dönümünde sandığa gittik!

Geçen bir hafta için yazacak çok şey var; bunlar naçizane güncemde tarihe not düşmek maksatlı sadece…

Diğerleri için biraz düşünmek, sindirmek gerekli, malum altınımız var!

6 Eylül 2010 Pazartesi

Eskilerimiz var

Taşı taşı bitiremediğimiz, hard disklere sığmayan 9 yıl biriktirmişiz, sadece bilgisayara girebilen cinsten olanları tabi. Diğerlerini hiiç saymayayım, sığamaz çünkü hiçbir tarafa…

Geçen hafta hard copy olanlarını düzenlediğimiz “eskilerimiz”in bu haftasonu da soft copylerini elden geçirmek zorunda kaldık! Özenle biriktirdiğim sinema biletlerimin diğer teki de onunkilerden çıkınca pek bi sevindim doğrusu. Şimdi her iki yığın da ayrı ayrı bağlanmış şekilde, aynı kutuda duruyorlar; ondan bundan saklayacağım diye minder altında değil, kitaplığımızın en görünen gözünde hem de…

Eee konu gençliğimiz olunca, aslında 1 saat sürebilen temizlik faslı 3 saatlere kadar uzayabiliyormuş. Elime aldığım her kâğıdı, ayyy, aaaa, hhmmm sesleri ile karşılıyorum. İyi-kötü her notu, yazıyı gözlerim dolarak okudum, bazılarını okumama bile gerek kalmadan dün gibi hatırladım içinde ne yazdığını. Nedense yüreğim burkuldu, kötü bir şey olduğundan değil tabi, niye bilmiyorum, anlayamadım. O günlere geri dönme isteği mi, kıymetini bilemediğimiz yıllar mı, yoksa yaşanırken farkına varılamayan anlar mı?


Bizim ilişkimizin arda kalanları da teknoloji değiştikçe değişmiş, en çok buna güldüm. Mesela ilk seneler imkanların kısıtlı ve gözetli olduğu zamanlarda bütün mesajlaşmalarımızı yazmışım! Evet. Tam 2 adet defterim var. “Nasılsın”lardan tut, şiddetli tartışma anlarına kadar kaydedilmiş, HER MESAJ. Geçen seneki askerlik dönemi de buna dahil tabi, o 5,5 ayda nerden baksan bi 5 yıl geri gittik teknoloji olarak. Ayrı kaldığımız yıl yazılan mektuplar ve yine o yıl biriktirilen yüze yakın telefon kartı.

Sonraki çağda ders aralarında yazılan kısa notlar var, basılmış fotoğraflar -uyduruk fotoğraf albümleri içinde. Bundan sonrası da hard diskimizde şu an. Yine fotoğraflar –yılara göre ayırdım onlar, bi zevkli ki-, msn kayıtları ve mail ile gönderilmiş birkaç mektup, evimizin dekorasyonu için topladığımız resimler ve balayı excelimiz…

“Ne çok eskimiz var” dedim sevgilime,
“iyi ki var”.

Uzun bir ilişkiden sonra evlenmenin en güzel yüzlerce sonuçlarından biri sanırım bu.
Arada takılıyoruz birbirimize, “çocuğumuz olsaydı bu yıl okula başlardı hahahahaa!” diye, oysa bizim kocaman olmuş bir geçmişimiz var zaten.

Ne güzel, ne mutlu…

2 Eylül 2010 Perşembe

Peçeteliğimiz de oldu sonunda

Ne gülmüştüm anneme, bırakın düğün tarihini, daha ortada söz möz, nişan, yüzük filan fıstık yokken yarıyıl tatilinde yanıma gelip “hadi alışveriş yapmamız lazım, çaycı, kahveci, mikser şu bu alalım” dediğinde, hem de ne telaş ne telaşla… Meğer sırf bu seremoni için gelmiş tee İstanbul’a.

Tabi uygun bir dille bu tip alışveriş için daha çoook erken olduğunu, her ne kadar 7 yıllık uzatmalı bir ilişkimiz olsa da henüz evlilik tarihi belirlemenin bizim için gökteki yıldızlar kadar uzak olduğunu anlattım. Büyük bir hüsran…

Velhasıl anne işte, düğün gününe 10 kala gördüm meğer ana evinden gelecek çeyizimin heybetini. Bin bir tembihlerle Allahtan çok ıvır zıvır çıkmadı da sığabildik tüm bazalı mobilyalara.

Ama annem çok söylendi tabi “tencere eksik, süzgeç yok, çay tabağı az” diye. 3 ay oldu evleneli hala da yok, hala da eksik, hala da az…

Şu an evimizde milyon tane mum, çerçeve, dekoratif ürün var ama bir köfte çevirecek maşa, makarna süzecek süzgeç yok! Eminim uzun bir zaman da olmayacak gibi...

Bu arada özlemişim be onları.

1 Eylül 2010 Çarşamba

eveeett!

Eylül’le beraber başlayayım dedim yazmaya. Kaç gündür orasını burasını kurcalayıp, görüntüyü bir türlü içime sindiremesem de girdim gitti blog alemine.

Zaten hava da kıştan kalmış, daha yazı doyasıya yaşamadan…

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...