29 Eylül 2010 Çarşamba

Cumartesi Moda'sı

Geç kalmış bir buluşmaydı aslında.
Aynı işyerinde çalışınca, dışarıda çok fazla vakit geçirme gereği duymamışız nedense, bana da garip geliyor şimdi…










Artık söz verdik birbirimize:
Daha sık görüşeceğiz.
Yürüyüş yapıp fotoğraf çekeceğiz.





Bazen olur ya, sesini duymak bile iyi gelir insana.
İstediğim çok değil, bir tane olsun böyle olsun işte… bu bana yeter!

24 Eylül 2010 Cuma

-

Ağzımdan çıkabilen her cümle çok kıymetlidir benim için.
O nedenledir ki çok düşünürüm konuşmadan önce,
.
.
.
Hele alışık olmadığım insanların yanındayken… konuşamam…
O nedenledir suskunluğum, yanlış anlaşılmasa…
.
Üzülüyorum…

23 Eylül 2010 Perşembe

kriz

Birkaç yıl öncesine kadar benden 7 yaş küçük olan kız kardeşim benden iriydi, bööyyle kocaman elli, dokundu mu çürüten cinsten.

Annem hep derdi “sen 5 aylıkken ayrıldın da bu kız 1 yaşına kadar anne sütü içti” diye. Hep bu yüzden işte dedim, onun kemikleri gelişti ben böyle çelimsiz kaldım.

Meğer bizim kız bildiğin dombiliymiş, bir zayıfladı 2-3 yıl önce şimdi eşitiz artık…

Bu bilinçaltıyla sanırım kendimi çıtkırıldım bişi zannettim hep, anne sütü içmedim ya ilk bilmem kaç ay, hani şart ya illa, şimdi bangır bangır bağırıyorlar, bildiğin içime dokunmuş meğersem…

Lakin tek başıma yaşamaya başladığımdan buyana da şunu fark ettim, benim bünyem çok sağlam!

Mesela hayatımda hiç bayılmadım ben, öyle kan revan filan, hiç etkilenmem.
Bazıları vardır, “ay öğlen yediğim tavuk mideme dokundu, pek fenayım” diye gezer ortada, bana hiç bir şey dokunmaz, dokunsa da anlamam, anlasam da yediğim şeye yoramam. Yedikten sonra ne yediğimi unuturum gider zaten.

Zırt pırt hasta olmam. Kaç soğuk kış geçirdik İstanbul’da en fazla üst üste 3-5 kez hapşırmışımdır, o kadar. Bi de hapşırdıktan sonra böyle gözler sulanır, burun kaşınır filan ya “yaşasın ben de hasta olucam galiba” hissine kapılırım ama hemen geçer… Bazen de boğazım ağrıyor gibi yapar, hıh derim işte şişecekler sabah kadar sesim mesim kısılacak, ben de hasta olucam, ama sabaha kadar geçer o minnacık ağrı da.

Her türlü zor şartlara tepki vermeyen vücudumun acısını çıkardığı tek şey migren!

Karnımın aslında acıktığını, lodos estiğini, akşam iyi uyumadığımı, sinirimin bozuk olduğunu, canımın sıkıldığını o haber veriyor sağolsun. Allah var durduk yere ağrımıyor da anlıyorum acaba nerde bir yanlışlık var diye.

Bir de gelmeden haber veriyor, o iyi yanı işte. Tedbirimi almazsam “ee yapacak bir şey yok, benden söylemesi” deyip dayanıyor enseme. Sonrası.. biraz rahatsız…karanlık ve sessiz bir mekan, bazen bir serum şişesi, banyo falan filan…

Ama o yumruk var ya enseme yapışan, beni bitiren o işte. Acıdan ağlıyorum…

Bunları niye mi yazdım?

Dün güneşin göründüğü yarım saatte, dışarıda yürüyordum, pek de güzeldi püfür püfür. Sonra arabaya bindim..başım ağrıyacak.. aa neden ki derken radyoda İstanbul’da lodos olduğunu söylediler. Peki deyip hap aldım. Geçti. Akşam evde bir klozet/rezervuar krizi yaşandı ki sorma… akşam akşam sinirlerimiz bozuldu, hazırladığım sofra 3 saat masada bekledi. Benim ağrı gelmeye başladı yine, bu sefer niye diye sormadım... Neyse akşam yemeğimizi 22:30 gibi yedik de o da gitti sağolsun.

Sırf yarın tekrar gelmesin diye gece güzel uyudum. Bazen dadanıyor, birkaç gün ensemi bırakmıyor sonra.

16 Eylül 2010 Perşembe

MMM

- .... annen (MMMM)
- .... eviniz (MMM)
- .... abin (MMMM)

ilk sefer çıkmıyor işte, hissetmeyince olmuyor.

Alışmak gerek, çokça zaman gerek...

13 Eylül 2010 Pazartesi

altın-gümüş olayı


Bu bayram “Altın”ı ben aldım, gümüşü de 12 Dev Adam!


Bir de darbenin 30. yıl dönümünde sandığa gittik!

Geçen bir hafta için yazacak çok şey var; bunlar naçizane güncemde tarihe not düşmek maksatlı sadece…

Diğerleri için biraz düşünmek, sindirmek gerekli, malum altınımız var!

6 Eylül 2010 Pazartesi

Eskilerimiz var

Taşı taşı bitiremediğimiz, hard disklere sığmayan 9 yıl biriktirmişiz, sadece bilgisayara girebilen cinsten olanları tabi. Diğerlerini hiiç saymayayım, sığamaz çünkü hiçbir tarafa…

Geçen hafta hard copy olanlarını düzenlediğimiz “eskilerimiz”in bu haftasonu da soft copylerini elden geçirmek zorunda kaldık! Özenle biriktirdiğim sinema biletlerimin diğer teki de onunkilerden çıkınca pek bi sevindim doğrusu. Şimdi her iki yığın da ayrı ayrı bağlanmış şekilde, aynı kutuda duruyorlar; ondan bundan saklayacağım diye minder altında değil, kitaplığımızın en görünen gözünde hem de…

Eee konu gençliğimiz olunca, aslında 1 saat sürebilen temizlik faslı 3 saatlere kadar uzayabiliyormuş. Elime aldığım her kâğıdı, ayyy, aaaa, hhmmm sesleri ile karşılıyorum. İyi-kötü her notu, yazıyı gözlerim dolarak okudum, bazılarını okumama bile gerek kalmadan dün gibi hatırladım içinde ne yazdığını. Nedense yüreğim burkuldu, kötü bir şey olduğundan değil tabi, niye bilmiyorum, anlayamadım. O günlere geri dönme isteği mi, kıymetini bilemediğimiz yıllar mı, yoksa yaşanırken farkına varılamayan anlar mı?


Bizim ilişkimizin arda kalanları da teknoloji değiştikçe değişmiş, en çok buna güldüm. Mesela ilk seneler imkanların kısıtlı ve gözetli olduğu zamanlarda bütün mesajlaşmalarımızı yazmışım! Evet. Tam 2 adet defterim var. “Nasılsın”lardan tut, şiddetli tartışma anlarına kadar kaydedilmiş, HER MESAJ. Geçen seneki askerlik dönemi de buna dahil tabi, o 5,5 ayda nerden baksan bi 5 yıl geri gittik teknoloji olarak. Ayrı kaldığımız yıl yazılan mektuplar ve yine o yıl biriktirilen yüze yakın telefon kartı.

Sonraki çağda ders aralarında yazılan kısa notlar var, basılmış fotoğraflar -uyduruk fotoğraf albümleri içinde. Bundan sonrası da hard diskimizde şu an. Yine fotoğraflar –yılara göre ayırdım onlar, bi zevkli ki-, msn kayıtları ve mail ile gönderilmiş birkaç mektup, evimizin dekorasyonu için topladığımız resimler ve balayı excelimiz…

“Ne çok eskimiz var” dedim sevgilime,
“iyi ki var”.

Uzun bir ilişkiden sonra evlenmenin en güzel yüzlerce sonuçlarından biri sanırım bu.
Arada takılıyoruz birbirimize, “çocuğumuz olsaydı bu yıl okula başlardı hahahahaa!” diye, oysa bizim kocaman olmuş bir geçmişimiz var zaten.

Ne güzel, ne mutlu…

2 Eylül 2010 Perşembe

Peçeteliğimiz de oldu sonunda

Ne gülmüştüm anneme, bırakın düğün tarihini, daha ortada söz möz, nişan, yüzük filan fıstık yokken yarıyıl tatilinde yanıma gelip “hadi alışveriş yapmamız lazım, çaycı, kahveci, mikser şu bu alalım” dediğinde, hem de ne telaş ne telaşla… Meğer sırf bu seremoni için gelmiş tee İstanbul’a.

Tabi uygun bir dille bu tip alışveriş için daha çoook erken olduğunu, her ne kadar 7 yıllık uzatmalı bir ilişkimiz olsa da henüz evlilik tarihi belirlemenin bizim için gökteki yıldızlar kadar uzak olduğunu anlattım. Büyük bir hüsran…

Velhasıl anne işte, düğün gününe 10 kala gördüm meğer ana evinden gelecek çeyizimin heybetini. Bin bir tembihlerle Allahtan çok ıvır zıvır çıkmadı da sığabildik tüm bazalı mobilyalara.

Ama annem çok söylendi tabi “tencere eksik, süzgeç yok, çay tabağı az” diye. 3 ay oldu evleneli hala da yok, hala da eksik, hala da az…

Şu an evimizde milyon tane mum, çerçeve, dekoratif ürün var ama bir köfte çevirecek maşa, makarna süzecek süzgeç yok! Eminim uzun bir zaman da olmayacak gibi...

Bu arada özlemişim be onları.

1 Eylül 2010 Çarşamba

eveeett!

Eylül’le beraber başlayayım dedim yazmaya. Kaç gündür orasını burasını kurcalayıp, görüntüyü bir türlü içime sindiremesem de girdim gitti blog alemine.

Zaten hava da kıştan kalmış, daha yazı doyasıya yaşamadan…

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...